İnsanlık ailemizin şu anda 8 milyar üyesi var; bu kutlama yapmak için bir sebep olmalı. 8 milyarlık dünya nüfusu, tıpta, bilimde, sağlıkta, tarımda ve eğitimde insanlık için tarihi ilerlemeleri temsil eden bir kilometre taşı. Artık daha fazla kadın güvenli bir hamilelik geçiriyor. Daha fazla yeni doğan bebek, yaşamın belirsiz ilk aylarını sağlıklı bir şekilde atlatıyor. Çocukların, yetişkinliğe ve ötesine kadar sağlıkla yaşama ihtimalleri daha yüksek; insanlar daha uzun, daha sağlıklı yaşıyorlar.
Yine de bu dönüm noktası büyük bir endişeyle karşılandı. Dünya, COVID-19 pandemisi başta olmak üzere, iklim felaketi ve tarihi boyutlarda kitlesel yerinden edilmelerle üst üste gelen ve gittikçe tırmanan krizlerin yaşandığı bir dönemde 8 milyar insana ulaştı, hatta bu sayıyı aşıyor. Zayıflayan ekonomiler, çatışmalar, gıda ve enerji kıtlıkları dünyanın her yerinde tehdit oluşturuyor. Gelecek kasvetli görünebilir; küresel olarak, 7 kişiden 6'sından fazlası kendilerini güvende hissetmediklerini söylüyor. Bu endişelerin arasında, zamanın en büyük demografik manşetlerini; dünya üzerindeki 8 milyar insanı ve birçok ülkedeki tarihsel olarak düşük doğurganlık oranlarını yaklaşan felaketin işaretleri olarak yorumlamak çok kolay.
Tabii ki nüfus, refah seviyesi ve fosil yakıt tüketimi arasındaki karmaşık bağlantılar ve altyapı, sağlık hizmetleri ve emeklilik programları için bütçelemenin sonuçları gibi artan nüfusla ilgili birçok önemli ve ciddi endişe var. Ancak nüfus rakamlarını “insan”dan ziyade sorun olarak ele aldığımızda, ele almamız gereken çok önemli konuları gözden kaçırmış oluyoruz.
Birçoğu için, kadın başına 2,1 çocuktan sapan doğurganlık oranları negatif görünüyor. Daha yüksek doğurganlık oranları, bir nüfus “bombasına” işaret eder; daha düşük oranlar ise bir nüfus "düşüşünü" gösterir. Bu bakış açısıyla, hem sorun hem de çözüm kadınların vücutlarına indirgenmeye başlıyor: İklim krizi mi? Kadınları daha az çocuk sahibi olmaya ikna edin. Yaşlanan toplumlar? Kadınları daha fazla çocuk sahibi olmaya ikna edin. Bu şekilde, kadınların ve kız çocuklarının bedenleri, toplumsal, politik ve ekonomik olarak hala ikincil konumda görülen statülerinin mümkün kıldığı bir kavram olarak, nüfus ideallerini hayata geçirmek için bir araç olarak ele alınıyor.
Devletlerin, politika belirleyicilerinin ve diğerlerinin, bazı grupları kayırmak ve diğerlerine karşı ayrımcılık yapmak için nüfus sayılarını manipüle etmesinin uzun bir geçmişi var. Kadınlar bu süreçlerde en ağır bedeli ödedi, vücutları çok "yüksek" veya çok "düşük" olarak değerlendirilen nüfus sayılarını ayarlamak için bir "araç" olarak görüldü. Tarih ayrıca bize bu çabaların genel olarak istenen etkiyi yaratmadığını da gösteriyor.
Artık yeni bir yaklaşımın, bireyleri merkeze alan yeni bir nüfus vizyonunun zamanı geldi. Korkuyu bir kenara bırakmanın, rakam odaklı nüfus hedeflerinden uzaklaşmanın ve demografik dirençliliğe – nüfus artışı ve doğurganlık hızındaki tarih boyunca meydana gelen ve gelmeye devam edecek olan dalgalanmalara uyum sağlama becerisine – yönelmenin zamanı geldi. Bu, nüfusların toplam rakamlarına, doğurganlık oranlarına ve bunların da ötesine bakan bir veri toplama şekline yatırım yapmak demek. İnsanların doğurganlık hedeflerine ulaşıp ulaşamayacakları gibi doğru soruları sormak demek.
Toplumlar, bireyleri kendi üreme ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve refah seviyesinin yaygınlaştırılması için güçlendirerek, sürdürülebilir kalkınmayı ve insan haklarını destekleyen politikalarla daha dayanıklı hale gelebilir. Çünkü nihayetinde, dünya nüfusunu nasıl gördüğümüz, kelimenin tam anlamıyla kendimizi nasıl gördüğümüz demek. Biz Kimiz? Kim olmak istiyoruz? İnsanlığın geleceği sonsuz olasılıklardan biri olabilir; seçim bize ait.