Go Back Go Back
Go Back Go Back
Go Back Go Back

Doğurganlıktaki düşüşü anlamak: Hak temelli̇ yaklaşımlarla istenilen çocuk sayısına ve sürdürülebi̇li̇r bi̇r geleceğe ulaşmak

Doğurganlıktaki düşüşü anlamak: Hak temelli̇ yaklaşımlarla istenilen çocuk sayısına ve sürdürülebi̇li̇r bi̇r geleceğe ulaşmak

Basın Bültenleri

Doğurganlıktaki düşüşü anlamak: Hak temelli̇ yaklaşımlarla istenilen çocuk sayısına ve sürdürülebi̇li̇r bi̇r geleceğe ulaşmak

calendar_today 14 May 2025

UNFPA Representative Mariam Khan in front of UNFPA Logo
UNFPA Türkiye Temsilcisi Mariam Khan

Mariam Khan – UNFPA Türkiye Temsilcisi, Azerbaycan ve Gürcistan Ülke Direktörü

Doğurganlık neden düşüyor? Peki ya istenilen çocuk sayısı?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Türkiye'nin toplam doğurganlık hızının 2024 yılında 1,48 çocuğa düştüğünü açıkladı. Bu oran, bir önceki yıl 1,51; 2001 yılında ise 2,38’di. Toplam doğurganlık hızı, son 8 yıldır, nüfusun göç katkısı olmadan korunabilmesi için gerekli 2,1 çocuk sayısının altında. Öte yandan, 2018 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’na göre istenen doğurganlık hızı, yani ailelerin sahip olmayı arzu ettiği çocuk sayısı 3. Yani, çiftlerin hali hazırda sahip olduğu ortalama çocuk sayısı ile sahip olmak istediği çocuk sayısı arasında ciddi bir fark var ve asıl konuşmamız gereken de bu.

Nüfuslar, doğurganlık, ölüm oranları ve göçteki değişimlere bağlı olarak sürekli bir hareket halindedir. Şu an tüm dünyada doğurganlık ve ölüm oranlarında düştüğü büyük bir demografik dönüşüm yaşanıyor. Bugün dünya nüfusunun üçte ikisi, aile başına düşen ortalama çocuk sayısının ikinin altında olduğu ülkelerde yaşıyor. Sağlık alanındaki gelişmeler sayesinde insanlar daha uzun yaşıyor, ancak aynı zamanda pek çok kişi daha az çocuk sahibi olmayı tercih ediyor.

Birçok ülkede doğurganlığı artırmayı hedefleyen politikalar, yalnızca kadınları daha fazla çocuk yapmaya teşvik etmeye odaklandığı için başarısız oluyor çünkü asıl odaklanılması gereken yapısal sorunlara çözüm getirmiyor. Kapsayıcı sosyal ve ekonomik kalkınmayı hedefleyen bütüncül bir yaklaşım olmadan atılan adımlar etkisiz ve maliyetli olmasının yanında doğrudan ya da dolaylı olarak kadın haklarına zarar verebiliyor.

Doğurganlıktaki düşüş, bir ülkenin coğrafi konumundan ya da demografik geçiş sürecinden bağımsız olarak, ekonomik baskılar, değişen toplumsal normlar ve kültürel beklentiler, barış ve güvenlik ortamı gibi çok çeşitli ve karmaşık unsurun etkisiyle gerçekleşiyor. kaynaklanıyor. Tüm bu unsurlar, çiftlerin, çocuk sahibi olup olmayacaklarına ve ne zaman olacaklarına dair kararlarını doğrudan etkiliyor.

Bu nedenle sormamız gereken asıl soru şu: İnsanların, aile büyüklükleri de dahil olmak üzere geleceklerine dair bilinçli kararlar alabileceği imkanlar sağlıyor muyuz? Ve bu kararları Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarıyla uyumlu hale getirebiliyor muyuz?

Küresel trend Türkiye’yi de etkiliyor

Türkiye’nin sağlık ve eğitime yaptığı yatırımlar ile yaşam süreleri uzadı, çocuk ölümlerini azaldı ve ilk evlenme yaşı yükseldi. Ancak bu kazanımlar, aile dinamiklerinde de değişimlere yol açtı. Günümüzde aileler çocuk sahibi olmadan önce birçok unsuru değerlendiriyor. Ekonomik belirsizlik, barınma maliyetleri, başta eğitim masrafları olmak üzere çocuk yetiştirmenin artan maliyeti, ve kadınların iş ve aile yaşamı dengesini zorlaştıran ve büyük ölçüde hala kadınların omzunda olan ücretsiz bakım yükü; bu unsurların sadece birkaçı. Sonuç olarak, birçok çift ebeveyn olmayı erteliyor ya da arzu ettiklerinden daha az çocuk sahibi olmayı tercih ediyor.

Daha önce de belirttiğim gibi, veriler Türkiye’de arzu edilen ortalama çocuk sayısının 3 olduğunu gösterse de sahip olunan ortalama çocuk sayısı aile başına 2’nin altında kalıyor (1,48). Dikkat çeken bir diğer nokta ise, çalışmayan kadınların doğurganlık oranının, çalışan kadınlara kıyasla yalnızca az bir farkla daha yüksek olması. Özetle, gerçekleşen ve arzu edilen doğurganlık arasındaki bu fark, üzerinde durmamız gereken önemli bir konu.

Mevcut insan kaynağına yatırım

Bugün doğan bir çocuk, ancak 15 ila 20 yıl sonra iş gücüne katılabilecek. Bu da, bugün daha fazla çocuk sahibi olmanın, toplumsal ve ekonomik hedeflere ancak orta ve uzun vadede katkı sağlayacağı anlamına geliyor. Dolayısıyla sosyal ve ekonomik kalkınma için Türkiye’nin öncelikle, mevcut insan kaynağına yatırım yapması gerekiyor. Peki, nasıl?

  1. Önümüzdeki on yıl boyunca her yıl yaklaşık 900 bin bebek dünyaya gelecek. İnsan yaşamının ilk bin günü, sağlık, beslenme, bakım ve erken çocukluk eğitimi açısından en kritik dönem ve kişinin yaşam boyu potansiyelini etkiliyor. Özellikle en yoksul kesimlerde yalnızca anne sütüyle beslenme oranlarını ve erken çocukluk dönemindeki beslenme koşullarını iyileştirecek sosyal yatırımlar, hem bireyler ve hem de toplum için kalıcı faydalar sağlayabilir.
  2. Önümüzdeki on yılda, her yıl yaklaşık 1,6 milyon genç Türkiye’deki işgücü piyasasına katılacak. Bu gençlerin ekonomik durumu, çocuk sahibi olup olmayacakları da dahil olmak üzere, yaşamlarına dair birçok kararı şekillendirecek. Ne eğitimde, ne de istihdamda olmayan (NEET) gençlerin oranı, %36 ile özellikle genç kadınlarda oldukça yüksek. Bu da, mesleki eğitim dahil olmak üzere gençlerin istihdama geçiş sürecinin daha fazla desteklenmesi gerektiğine işaret ediyor. Çocuk yaşta evliliklerin sona erdirilmesi ve ergenlerin sağlıklı bir şekilde yetişkinliğe geçişinin desteklenmesi de büyük önem taşıyor.
  3. Türkiye'de kadınların eğitim seviyeleri yüksek olmasına karşın işgücüne katılım oranları %40’ın altında.  Kadınların bu potansiyeli değerlendirildiğinde hem ekonomik büyüme hızlanabilir, hem de kadınlar kariyer ve aile ilgili hedeflerini birlikte gerçekleştirebilir.

Sonuç olarak; erken çocukluktaki bakımının güçlendirilmesi, gençlerin geleceğine yatırım yapılması ve kadınların ekonomik yaşama tam katılımının desteklenmesi ile Türkiye, ailelerin gelişip güçlendiği daha dirençli bir toplum haline gelebilir.

Hakları ve Politikaları Dengelemek
Doğum oranlarını artırmak amacıyla sadece kısa vadeli maddi teşviklere dayanan politikalar hem maliyetli hem de çoğunlukla etkisiz oluyor. Gerçek bir fark yaratabilmek için farklı toplulukların farklı ihtiyaçlarını anlamak önemli. Bunun için de yoksulluk, iş güvencesizliği, barınma ve üreme sağlığı hizmetlerine eşit erişim gibi kök sorunlarla mücadele etmek gerekiyor.

Nüfus değişimleri konusunda denge kurabilen ülkelerin uzun vadeli ve kapsayıcı yaklaşımlar benimsediğini görüyoruz. Örneğin bu ülkeler;

  • Ebeveynliği hem kadınlar hem de erkekler için destekleyen iletişim kampanyaları ve politikalar uyguluyorlar.
  • Çocuk yardımları ve vergi indirimleri gibi mali desteklerle ekonomi ve barınma alanlarında istikrarı güçlendiriyorlar.
  • Bakım yükünü kadınlar ve erkekler arasında daha adil paylaşmaya yönelik politikalar geliştiriyor. Ayrıca, çocuk bakım hizmetlerini daha erişilebilir ve uygun fiyatlı hale getiriyorlar.
  • Doğum izni, babalık izni, esnek ve uzaktan çalışma gibi uygulamalarla kadının iş ve aile hayatını dengesini kolaylaştıracak kadın dostu ve aile dostu işyeri politikalar uyguluyorlar.
  • Bireylerin istedikleri çocuk sayısına ulaşabilmesini sağlamak için nitelikli üreme sağlığı hizmetlerine erişimi garanti altına alıyorlar.

Demografik açıdan dayanıklı toplumlarda kadınların hakları ve tercihleri korunur, kadınlar ve aileler güçlenir. Avrupa’da kadın-erkek eşitliğinin en yüksek olduğu ülkeler, bölgede hem daha yüksek doğurganlık oranlarına hem de daha güçlü ekonomilere sahip.

Türkiye Yol Ayrımında

Tüm projeksiyonlar, önümüzdeki yıllarda Türkiye’de ailelerin küçülmeye devam edeceğini gösteriyor. Sürdürülebilir demografik güçlenme için, bireylerin neden istedikleri çocuk sayısına ulaşamadığını sormak; ve kadınların işgücüne katılımının düşük olması ve yüksek NEET oranları gibi yapısal sorunlara odaklanmak gerekiyor.

Yeni kurulan Nüfus Politikaları Yüksek Kurulu, tüm kamu kurumlarını kapsayan bütüncül bir yaklaşım için önemli bir fırsat sunuyor. 2025 yılında gerçekleştirilmesi planlanan Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması da bireylerin istedikleri çocuk sayısına neden ulaşamadıklarını anlamak açısından kritik veriler sağlayacak. Bu bulgular, hem halkın beklentilerine yanıt verecek hem de ekonomiyi, işgücünü ve sosyal koruma sistemlerini destekleyecek politika tasarımlarına yön vermeli.

Aynı zamanda Japonya ve Güney Kore’den İsveç ve Fransa’ya kadar farklı ülke örneklerinden dersler çıkarmak da önemli. Böylece Türkiye, kendi insan kaynağına ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine dayalı, kendine özgü bir nüfus stratejisi belirlemeli.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun Katkısı: Sürdürülebilir Çözümler İçin Destek

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA), 1994 yılında kabul edilen Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı (ICPD) Eylem Programı’nın uygulanmasını destekliyor. Bu program, nüfus ve kalkınma politikalarının geliştirilmesinde hakları ve seçimleri merkeze alıyor. UNFPA de, Türkiye’de hükümet, sivil toplum ve yerel topluluklarla birlikte çalışarak demografik zorluklara karşı insan odaklı ve hak temelli yaklaşımları destekliyor. 

Bu kapsamda:

  • Uzun vadeli ve kadın - erkek eşitliğine duyarlı stratejiler için veriye dayalı politika desteği sunuyor,
  • Bireylerin istedikleri çocuk sayısına ulaşmalarını kolaylaştırmak amacıyla üreme sağlığı sistemlerinin güçlendirilmesini destekliyor,
  • Kadın - erkek eşitliğini ve kapsayıcı sosyal-ekonomik kalkınmayı destekleyen kadın ve aile dostu politikaların yaygınlaşmasını teşvik ediyor,
  • Politika yapım sürecine yön verecek veri ve araştırmaların geliştirilmesine katkı sağlıyor.

İnsanlara yatırım yapmak; hakların, seçimlerin ve destek mekanizmalarının güvence altına alınması, hepimiz için daha adil, müreffeh ve sürdürülebilir bir gelecek inşa etmenin anahtarı. Yani, buradaki esas mesele, nüfusun çok mu az mı olduğu değil; herkesin onurlu bir yaşam hakkına ve eşit fırsatına sahip olup olmadığı.